24 Aralık 2014 Çarşamba

OGBT #3: Halüsinasyon - Alein Kentigerna | Kitap Yorumu ve Playlist! (4. Gün)



Herkese merhaba Apollon Güncesi okurları! Öhm öhm, Apollon mikrofonda fakat yalnızca basit bir duyuru yapmak için. Sonunda üçüncü turumuz ha?! Aman Tanrılarım! Sonunda yeniden güzel bir turda birlikteyiz! Bildiğiniz üzere her ne kadar Tanrı ya da Tanrıça da olsak çoğu zaman ufak şeyler için vakit bulamıyoruz. İşte bendeniz Apollon da böyle bir durumla karşı karşıya kaldı! Babam Zeus'la başım dertte. Şansa bakın ki kız kardeşim Artemis de bana yardımcı olamıyor. Haliyle ben de çok yakın bir dostumdan yardım almak zorundaydım. Kendisini Güneş kadar çok severim, ki bu koskoskocaman bir sevgi demek! Her neyse, ben babam Zeus gelmeden kaçmak zorundayım. Mikrofonu çok yakın arkadaşıma bırakıyorum. Kendisi bazı turlarda bana yardım edecek, umarım beğenirsiniz.

*Apollon sahneden iner ve siyahlar içinde gizemli bir insana mikrofonu bırakır."

Apollon'u bilirsiniz, arada sırada babası Zeus'tan kaçmaya çalışıyor. İşte böyle durumlarda ben devreye gireceğim. Apollon size aşktan, sevgide, şiirden bahsedecek bense biraz daha farklı bir görev üstleneceğim. Umarım beğenirsiniz.

"Toplum dediğin bu işte, yaşadığı çukurun içine sıçan bir hayvan sürüsü. Devletse sıçma saatlerini bile ayarlayan bir kurum. Tanrı da insanların sıçma şekillerine göre sevap yazan bir bekçi. Bu kadar basit işte. Senin gibi ceket kravat giyenlerin dünyamızı uygarlıkta getirdiği son nokta bu." 

Panama Yayınlar'ndan çıkan Alein Kentigerna'nın yazdığı bir solukta okuyacağınız tam anlamıyla bir "gerilim" romanı.

Kurbanlarını işkence yaparak öldüren bir seri katili (yani Damgacı) konu alıyor gibi görünse de yazarın vermek istediği mm,esaj çok daha farklı. Yazarın psikolojiyi iyi bildiği çok açık. Sık sık olaylar Freud'un Oidipus Kompleksi'ne bağlanmış ve bu çok güzel bir şekilde okura aktarılmış.

Kitabı gerçekten anlamak istiyorsanız size tavsiyem yazarın ustaca yerleştirdiği ipuçlarını bulmanızdır. Sık sık polisiye türünde kitaplar okuyan birisi olarak az çok tahmin edebildim ve kitabın kurgusu kesinlikle muhteşem! Kitabın sürükleyiciliği ve bölümler arası geçisin merak uyandırıcılığı sayesinde sıkılmanız mümkün değil!

Kitabı ilginç kılan bir diğer unsur da yazar hakkında bilinen tek şeyin ismi olması. -Tabii gerçek adı buysa!- Yazarın ismi dışında en ufak bir bilgi bile yok ve kitabı bana veren yakın dostum Apollon, kitabı verirken tüm bunları söylemişti. Açıkçası Apollon'un söylediği bu şeyden sonra kitaba olan merakım ve okuma heyecanım had safhaya ulaştı. Kimilerine göre çok genç kimilerine göre ise emeklilik yaşına gelmiş birisi. Usta bir yazar olduğunu ve kendini denemek istediğini söyleyenler de var tabii.

Yine de kim olursa olsun yazarın inanılmaz bir kurgu yeteneğine sahip olduğunu söylemek mümkün.

Bu harika kitabı bana hediye eden Apollon'a ve Apollon'a yardım etme isteğini kabul eden Demeter, Artemis, Afrodit, Athena ve Nyks'e teşekkürler! Rafflecopter çekilişine katılmayı unutmayın!

*Sahne kararır ve Apollon'un kutsal CD Çalar'ından aşağıdaki şarkılar çalmaya başlar!*

Nine Lashes - Adrenaline 
Broken Iris - Where Butterflies Never Die
Lindsey Stirling ft Lzzy Hale - Shatter Me
Hozier - Take Me To The Church
God Is An Astronout - In The Distance Fading 
Fall Out Boy - Centuries
Krewella - Dancing With The Devil 
Breaking Benjamin - Diary of Jane
Naughty Boy ft Bastille - No One's Here to Sleep
Pendulum - Propane Nightmares
Krewella - Say Goodbye
Nine Lashes - Anthem of The Lonely
Evanescence - Lithium

6 Aralık 2014 Cumartesi

OGBT #2: Bir Şans Daha - Müjde Aklanoğlu | Yazarla Söyleşi (6. Gün)


Herkese blog turumuzun altıncı gününden merhaba! Bugün Apollon sizin için röportajı paylaşıyor! Ah, öylesine mutluyum ki... Müjde Aklanoğlu ile röportaj yapmak benim için kesinlikle bir onurdu. O öylesine tatlı, öylesine sevimli ve öylesine şeker bir in
san ki... Müjde Ablam oldu benim. İsterseniz çok fazla konuşmadan sizler Müjde Ablam ile yapmış olduğum röportajla buluşturayım...

-Öncelikle Bir Şans Daha'nın blog turunu bize verdiğiniz için Olimpos Günceleri adına teşekkür etmek istiyorum! Bize biraz kendinizden bahseder misiniz? 
Merhaba. Ben Müjde Aklanoğlu. Moda tasarım mezunu, 2 çocuk annesi, evli çalışan, kitap delisi, aşırı duygusal ama bir o kadar dominant bir kişiliğe sahip, İstanbul'da yaşayan bir şahısım.

-Peki ya Müjde Aklanoğlu dendiğinde akla gelen ilk şeyler nedir? En çok hangi özelliğinizle tanınırsınız arkadaşlarınız arasında?
Aslında göründüğünün aksine çok öyle aman aman arkadaşım yoktur. Bir elimin parmaklarını geçmeyecek kadar azdır kadim dostlarım. Bunu onlara sormak lazım ama Müjde dediklerinde ilk söyledikleri şey, "Arkadaşım kitabın devamı nerede ya da yeni kitap var ufukta..." oluyor sanırım ya da Müjde bana kıyafet bakalım,diyerek kolumdan tutulup ya alışverişe ya gardıroba çekilmem oluyor... İki meslekli olmak bu sanırım.

-Ahaha, kesinlikle işiniz zor olmalı. Peki ya moda tasarımcılığı? Okumuş olduğunuz bölümden mezun olunca moda tasarımcılığı ile ilgilendiniz mi?

Evet. Mesleğimi çok seviyorum. Mesela boyalarla bütünleştiğim zaman kendimi unutuyorum... Bazen yemeğe çıkmayı unuturum, herkes gider ben kulağımda kulaklık, elimde boyalar akşam etmişimdir aç bilaç ve fark etmemişimdir ya da piyasaya çıktığımda, kumaşçıların beni tanıyıp, kendimi altın ambarına düşmüş cüce gibi görmek çok hoşuma gidiyor benim altınlarım kumaşlarım...  

-İnsanın işini severek yapması ne kadar güzel... Peki ya yazarlık hayatınız ne zaman başladı?
Henüz yeni. Toplasan 3 sene bile olmadı yazmaya başlayalı... Ama yazmak çok başka şeymiş, mesel yamadığım zaman kendimi yarım gibi hissediyorum, bir yanım eksik kalmış gibi, hayallerim körelmiş, düşlerim tükenmiş ama yazdığım zaman ufkum gibi, hayata bakış açımda değişiyor.

-Peki ya Bir Şans Daha? Onu yazmaya nasıl karar verdiniz? Nelerden etkilendiniz? 
Birden öyle karar verdim. Nasıl çıktı nasıl ilerledi hayal gibi, ağlayarak, keyif alarak, bazen hayal kırıklığına uğrayarak yazdım ama sonunda bitirdim. Kitap tamamlandığında içimde bir şeylerin daha tamamlanmasının hazzını ama bitirmenin telaşını yaşadım. Onlar çok uzun zaman geçirdim. Demir, Hazan ve Ecrin ailemden oldu çok zaman. Belki de başardığım iyi şeylerden birisi de yazmaktı...

-Anlıyorum... Bir Şans Daha kesinlikle harika bir kitap! Okurken çok sevdiğim ve yer yer duygu seline kapıldığım bir kitaptı. Peki ya başka türlerde yazmayı deniyor musunuz? 
Evet, romantik komedi yazmayı seviyorum. Bazen dram yazarım, bazen de romantik komedi. Bir tane de tarihi kurgu denemem var. Ha bilim kurguyu unutmayalım ama onları ne paylaştım ne basım için hazırladım hala cesaret toplamaya çalışıyorum...

-Emin olun okurlarınız ve biz, sizin kaleminizden çıkan başka türleri de okumak istiyoruz! Peki ya bu kitabı yazarken size yardımı dokunan en önemli kişi kimdi? 
Belli bir kişi yoktu çünkü kocaman bir kitle vardı arkamda. Hiç yalnız değildim onların hayatlarını yazarken, okuyucularım da duygularına tercüman oldular.

-Ne kadar güzel... Sevdiğiniz insanların desteğini hissetmek çok güzel olmalı. Wattpad hakkında konuşursak... Wattpad'de mi yazmaya başladınız ilk olarak? Yani... Nasıl desem. Büyük bir kitleye hitap ettiğiniz ilk yer Wattpad miydi?
Yok, küflü.com da başladım ilk, sonra Facebook'a ve Wattpad'e geçtim. Şu anda sadece Wattpad'de yazıyorum. Orada olmak bana huzur ve mutluluk veriyor.

-Wattpad son zamanlarda gerçekten büyük bir kitleye hitap eder hale geldi. Hiç düşünmüş müydünüz bu kadar ilerleyebileceğinizi? 
Aklıma bile gelmedi. İnsan online yazdığında ve birebir okuyucuyla görüş birliği ettiğinde yazar olduğunu cidden hissediyor.

-Kesinlikle size katılıyorum... Çocuklarınızdan bahsetmek istiyorum bir de. Bir Şans Daha'da Ecrin karakterini çok sevdim ben! ^^ Siz de bir anne olarak çocuklarınızı eminim ki çok seviyorsunuzdur. Ecrin'i yazarken onları düşündüğünüz oldu mu? 
Ben Ecrin hasta olduğunda, sanki -evlerden ırak- kendi kızım hasta olmuş gibi hissedip ağladım. Sonra Ecrin için Lösemili ailelerle görüştüm ve ben halime şükreder oldum. Çok zordu. Ben Ecrin'in annesi oldum bir süre ve hiç kolay olmadı. Rabbim kimseyi evladıyla sınamasın.

-Ah, evlat acısı ne kadar kötü bir şey... Evlerimizden ırak olsun, dediğiniz gibi. Her roman yazarından izler taşır derler. Bir Şans Daha isimli romanınızda her karakter sizden bir parça taşıyor mu? Ya da başınızdan geçen olayları yazdığınız oldu mu? 
Evet. ben fark etmedim ama geçen ban bir yazar ve okuyucum olan can arkadaşım Esra geldi. O gün benden kaldı ve beni takibe almış. Ben her karakterime muntazam olarak yatak toplatıp, her sabah nevresimlerini silkeletiyormuşum ve ben bunu yaparken yakalandım. Şok oldum! Yazdığımı bile unutmuştum ama her kitabımda mutlaka bir kere varmış. Kim bilir daha benden neler vardı içinde diyormuşum. Dur ya bir ara okuyayım ne yazmışım... Eyvah! :D

-Ahaha farkında olmadan kendinizden bir şeyler katmışsınız anlaşılan. Bir Şans Daha'yı yazarken hissettikleriniz nelerdi? Ecrin doğmadan öncesinden bahsetmek istiyorum tabii. Ecrin doğduğunda gerçekten onun annesi gibi olduğunuzu söylemiştiniz. Peki ya öncesi? 
Öncesinde çok başka bir alemdeydim. Hem Hazan'a üzülüyor Hem Demir gibi, bir erkek gibi düşünmeye çalışıyordum ve inanın bu o kadar zordu ki... Hele hata yapan birisi gibi düşünmek ve onun ruh haline bürünmek. Aldatılan bir kadının o aşağılanmasını iliklerine kadar yaşayıp, yine de bu olaya profesyonel bakabilmek...

-Zorlansanız da bu işi çok iyi başardığınızı söylemem gerek! Gerçekten kaleminizi çok beğeniyorum ve yeni kitaplarınızı sabırsızlıkla bekliyorum. Bu keyifli sohbet için çok teşekkür ederim Müjde Ablacım :'') 
Rica ederim ablacığım bende kendimi sohbet eder gibi kaptırdım. Hatalarım olduysa affola. Çok sıcak kanlı ve iyi eğitimli gençlersiniz sizi tanımak bana hediye. Ben de teşekkür ederim.

-Ne demek ablacığım, asıl bizler bir hata ettiysek sen affet. Seninle tanışmak büyük bir onur ve mutluluk!

Ve işte Müjde Aklanoğlu ile gerçekleştirdiğim sohbetin sonuna geldik! Ben Müjde Ablam'ı gerçekten çok sevdim. Kendisi çok sıcakkanlı ve harika bir insan! Yeniden Bir Şans Daha'nın turunu bize verdiği için teşekkürlerimi sunuyor, siz değerli okurlarımın huzurundan ayrılıyorum. Bu blog turda da bana ayrılan sürenin sonuna geldik! Olimpos Günceleri bomba gibi geri gelecek!


Blog turumuzun takvimini görmek isterseniz, belki kaçırdığınız yazılar vardır!

5 Aralık 2014 Cuma

OGBT #2: Bir Şans Daha - Müjde Aklanoğlu | Kitap Yorumu ve Çekiliş (5. Gün)


Herkese blog turumuzun beşinci gününden merhaba! Sonunda Apollon sizi güneşiyle aydınlatmaya ve yorumunu yayınlamaya geldi! Bir önceki turun açılışını yapmıştım fakat bu sefer beşinci güne geldim, eminim beni özlemişsinizdir!

Emin olun ikinci blog turumuzu Müjde Aklanoğlu ile yapmış olmak beni en çok mutlu eden olaylardan birisi. Çünkü Müjde Aklanoğlu, gerek kişiliği gerekse de kalemi ile beni kendisine hayran bırakan bir yazar. Ne kadar tatlı bir yazar olduğunu, yarın benim yayınlayacak olduğum röportajda da bulabilirsiniz zaten.

Gelelim kitabımıza... Açıkçası kitabı elime aldığımda 720 sayfanın şokunu bir süre atlamadım. Bir haftada nasıl biter, ne ara hepsini okuyabilirim diye düşünmekten ağlamanın eşiğine geldim. Sınav haftamın olduğu bir günde gelmişti üstelik, darmadağın olmuştum. O gece ders çalıştıktan sonra kitabı okumaya başladım ve yatmaya karar verdiğimde 200 sayfayı çoktan geçmiş olduğumu fark ettim. İşte o an anladım ki, korkularımın her biri yersizdi. Bir Şans Daha, akıcı ve güzel bir kitaptı. Beni kendisine bağlayan, yer yer ağlama isteği uyandıran...

Öyle ki kitabı bitirdiğimde kapağını kapattım ve kapağına baktım. İyi ki Bir Şans Daha'nın turunu almışız, dedim. Bu kitaba böylesine bağlanmamı sağlayan en önemli noktalardan birisi, kesinlikle gerçekçi olmasıydı. Her insanın başına gelebilecek, normal olayları anlatıyordu bu kitap. Müjde Ablamı bir kez daha takdir ettim açıkçası. Herkes gerçekçi yazmaya çalışır fakat çok az kişi başarır. Müjde Aklanoğlu da bunlardan birisi işte!

Kitabı okurken gözüme batan en önemli olaylardan birisi karakterlerin hepsinin şiirsel konuşması oldu. Günlük dilden biraz daha uzak, şiirsel anlatıma da çok yakın değil. Tam ortasında. İlk başlarda bu gözüme çok batıyordu fakat bir süre sonra Hazan'ın, Demir'in ya da Ecrin'in başka şekilde konuşamayacağını düşündüm. Onları oluşturan buydu, konuşmalarıydı. Kendilerini ifade etmeleriydi. İlk başlarda gözüme batan bu olay git gide azaldı ve bitirdiğimde Müjde Aklanoğlu'na teşekkür etmek istedim. Karakterlere bağlanmamı sağlayan şey bu oldu çünkü Apollon şiir ve şairlerin tanrısıdır!

Elbette ki herkesin sevmediği karakterler olacaktır ve ben bu kitapta Demir karakterini bir türlü sevemedim! Kusura bakma Demir Efendi, ihanet Apollon'un lugatında asla yer alamaz! Ayrıca biracık sinirimi bozan diğer karakter Ebru'ydu. Hazan'ı koruması, onun üzerine titremesi çok güzeldi fakat nedense onda sevemediğim bir şeyler vardı.

Ama söylemem gerek ki karakterlerin iki tanesini sevmemem kitabı sevmediğim anlamına gelmiyor. Ben bu kitaba aşık oldum! Gerçekten Bir Şans Daha'nın turunu almak kesinlikle yaptığımız en akıllıca şeydi. Tekrardan teşekkür ederiz Müjde Ablacım!

Ayrıca siz değerli Apollon takipçileri! Hepinize yorumumu okuduğunuz için teşekkür ediyorum! Rafflecopter çekilişimize ve Facebook sayfamızdaki çekilişe katılmayı unutmayın! Apollon Güneşi size daima sıcaklık versin!

Blog turumuzun takvimini görmek isterseniz, belki kaçırdığınız yazılar vardır!

a Rafflecopter giveaway

1 Aralık 2014 Pazartesi

Kitap Yorumu #5 | Postacı Kapıyı Çalmayacak


Kitap Adı: Postacı Kapıyı Çalmayacak
Yayınevi: Martı Yayınları
Orijinal Adı: Love Letters to the Dead
Yazarı: Ava Dellaire
Sayfa Sayısı: 352

Herkese yeniden merhaba! Son zamanlarda okumuş olduğum en iyi romanlardan birisiyle geldim bu sefer: Postacı Kapıyı Çalmayacak. Orijinal adı Love Letters to the Dead olan bu romanın çevirmenine sevgilerimi sunarak başlamak istiyorum yorumuma. Ardından da hemen sizlere arka kapakta yazan şu sözleri aktarmak istiyorum:

Bazı şeyler var ki artık bu dünyada olmayanlar dışında kimseye söyleyemem.

Size bu mektupları yazmaya başlayınca kendi sesime kavuştum. Sonra bana yanıt veren bir ses duydum. Bir şarkının farklı tınlayışında, bir filmin hikâyesinde, kaldırımdaki çatlakta açan bir çiçekte buldum yanıtı. Bir pervanenin kanat çırpışında, dolunaya dönen ayda... Yeryüzünde bu mektupları gönderebileceğim bir adres yok. Öldüğünüzü biliyorum ama sizi duyuyorum. 

Hepinizi duyuyorum. Buradaydık, bunun bir anlamı var, diyorsunuz.

Yazarın bu sözleri gerçekten hissederek yazdığına dair en ufak şüphe kırıntısı yok içimde. Zaten bunu başaran yazar gerçek yazardır benim gözümde, o da bir gerçek. Kitabı okuyalı neredeyse bir ay oldu fakat yorumunu yazmaya yeni fırsat buldum, bunu da dipnot olarak düşeyim. 

Gelelim Postacı Kapıyı Çalmayacak'a... Belirtmem gereken ilk şeyin kapak tasarımı olduğunu hissediyorum. Kapağını gördüğüm an durdum ve şöyle dedim: "Bu kitabı almam gerek!" Kesinlikle mükemmel hazırlanmış bir kapak olduğunu düşünüyorum. İçeriğini bilmediğim halde beni kendisine çeken bu kapak, kitabı okuduktan sonra ne kadar haklı olduğumu kanıtladı. Kapağı kadar kitabın içeriği de beni kendisine hayran bıraktı!

Kitabın bir mektup kitabı olduğunu söyleyeyim. Şöyle ki, ablasını kaybeden Laurel'in bir İngilizce ödevi dolayısı ile ölmüş olan ünlülere yazdığı mektuplar yer alıyor bu kitapta. Amy Winehouse, Kurt Cobain, John Keats ve birkaç tane daha. Emin olun herhangi bir ünlüye bu kadar içten yazılan mektuplar bulamazsınız. Bu ünlülerin tek bir ortak yönü var: ölmüş olmaları. Laurel bunu yukarıdaki sözüyle açıklıyor...

Bazı şeyler var ki artık bu dünyada olmayanlar dışında kimseye söyleyemem.

Hangimizin böyle duyguları yok ki? İçimizde biriktiririz, biriktiririz ve en sonunda patlarız. Bazılarımız yazar, bazılarımız çizer, bazılarımız boyar. İşte Laurel de yazan kısımdan. Benim gibi. Sizin gibi. Bizim gibi!

Yazarın üslubuna bayıldığımı da eklemeden geçmek istemiyorum. Kesinlikle takdir edilesi bir kalemi var. Mektup yazmak zor iştir. Hele ki mektuplarla olayları birleştirmek çok daha zor bir iştir fakat Ava Dellaire bunu çok güzel işlemiş romanında. Her mektupta ayrı bir olay anlatması, okurlarına duyguları hissettirmesi. Gerçekten bayıldım, gerçekten!

Tüm kitap boyunca Laurel'in hislerini kalbimin derinliklerinde hissettim. Ablasına gönülden bağlı olan Laurel'in onu kaybedince yaşadığı acı, arkadaşları, onlarla yaşadığı doğrular ve yanlışlar... Her şey öylesine mükemmel işlenmişti ki kitapta. Yazarı ayakta alkışlıyorum desem yeridir.

Üstelik kitapta birbirini seven fakat bunu bir türlü kabullenemeyen iki kız var. Yüreklerinde koskocaman gökkuşağı taşıyan insanları da romanına eklemeyi unutmamış yazar. Ayrıca Laurel'in bu olayı yadırgamayıp onlara destek olması da takdire şayan bir davranıştı. İçinde bunca güzel şeyi barındıran romanı herkesin okumasını istiyorum...

Sadece bunlarla da kısıtlı kalmamış Ava Dellaire. Mektupların sahiplerinin hayatlarından da kesitler sunmuş bizlere. Amy Winehouse ve Kurt Cobain'in şarkı sözlerine yer vermiş çoğu zaman. Küçük yaşta gerçekleşen çocuk tacizlerini ele almış. Eşcinselleri konu etmiş. Amerika'daki liselerdeki ortamın ne kadar kötü olduğunu göstermiş. Lise hayatında kötü şeyler deneyen ve yapmaması gereken şeyler yapan insanlardan bahsetmiş...

Gerçekten bu kitabı kesinlikle öneriyorum! 5 üzerinden de 5 puan veriyorum!


Yakında yeni blog turumuzda görüşmek üzere!

28 Kasım 2014 Cuma

Kitap Yorumu #4 : Olimpos'un Kanı

Öncelikle hepinizden özür dilemek istiyorum. Bir süredir bloga yazı yazmıyorum. Bilgisayar erişimim yoktu fakat artık yeniden döndüm. Dönüşümü de ikinci blog turumuzun hemen öncesinde, Percy Jackson efsanesi ile yapmak istedim.


Hayatımın serisi Percy Jackson.

11 yaşımdan beri bıkmadan, usanmadan okuduğum harika karakter. Bana mitolojiyi sevdiren, ilgi duymamı sağlayan ve beni Apollon'la tanıştıran bu harika çocuk.  Modern Dünya'nın Herkül'ü olarak biliniyor artık ve bu efsane sona erdi! Percy Jackson efsanesi, bitti!

Olimpos'un Kanı'nı tam bir sene bekledim. Geçen senenin Ekim ayından beri. Hades'in Evi'ni bitirdiğim o geceden beri bekledim; bıkmadan, usanmadan. Sonunda geçtiğimiz cuma günü elime aldım ve gözyaşları eşliğinde okudum. Hanginiz hayatınızın beş yılını kaplayan bir seri bittiğinde kötü hissetmez ki? 

Sizlere öncelikle kitap kapağı arkasını yazmak istiyorum: 

Nico DiAngelo onları uyarmıştı: Hades'in Evi en kötü anılarını uyandıracak, hayaletlerini huzursuz kılacaktı... Nitekim şimdi her biri zor durumda. Teker teker korkularıyla yüzleşmekten başka çareleri yok.

Jason, küçükken onu terk eden annesinin hayaletiyle karşı karşıya. Bir lider olarak gücünü nasıl kanıtlayacağını bilmese de, annesinin yaptığı gibi sözünden vazgeçecek değil.

Nico, bir kez daha Reyna ve Koç Hedge ile gölge yolculuğu yaparsa hayalete dönüşebilir. Yine de bu karar, kehanetin belirttiği gibi başka birisinin hayatını kaybetmesini engelleyebilir.

Athena Parthenos'u, savaş patlak vermeden Melez Kampı'na götürmeye çalışan Reyna'nın peşinde zalim bir avcı var. Korkularını yenmeye çalışan Piper, üzerine düşeni yapmaya hazır. Leo ise planın işe yaramamasından ve arkadaşlarının kendisine karışmasından endişe duyuyor.

Oysa hepsi biliyor ki, Toprak Ana'yı alt etmek için içlerinden biri ölmeli...

İnanın, benim gibi bu seriye bağımlı olan bir insan bu tanıtımı okurken bile zorlanıyor. Senelerdir tanıdığım Percy, Annabeth, Jason, Piper, Leo, Hazel ve Frank'in son macerasını okumak bana kötü hissettirdi. Kitabı okurken olur olmadık yerlerde durdum ve ağladım. Kim böyle harika bir serinin bitmesini isterdi ki? 

Fakat Rick Amca bu seriyi bitirdi, hem de tüm hayranlarının gözünde birer damla yaş bırakarak... Serinin son kitabını büyük bir heyecanla bekliyorduk ve sonuç ne oldu? Koskoca bir hüsran! Ne Percy ön plandaydı ne de Annabeth. Onları özlemiştim. Onları gerçekten çok özlemiştim. Rick Amca bunları bir hiçe saydı ve kitapta Percy ile Annabeth'i anlatıcı bile yapmadı. İnanın bu durum sinirimi bozan şeyler sırasında ilk sırada geliyor. 

Sinirimi bozan bir diğer olay ise Doğan Egmont Yayıncılığa idi. Kitabın basımında ince yaprak kullanılmış ve 480 sayfalık kitap, 100 sayfalık bir kitap kadar ince görünüyordu! AMAN TANRILARIM! Hades'in Evi ile arasında sayfa farkı olmasına rağmen, Hades'in Evi bunun yanında bir ansiklopedi büyüklüğünde duruyordu. 

Kitabın içeriğine gelirsek... Kitap genel olarak güzeldi. Ne de olsa serinin son kitabı, tabii ki maceralar güzel olmak zorunda! Her şeye rağmen Toprak Ana'yı alt etmeleri bu kadar kolay olmamalıydı diye düşünüyorum. Ne de olsa beş kitap boyunca onun uyanmasını bekledik ve uyanır uyanmaz yeniden uyandı. Hadi ama Rick! Bu kadar kolay olmamalıydı, gerçekten.

Reyna'nın anlatıcı olmasına sevindiğim kadar başka bir şeye sevindim mi bilmiyorum. Neptün'ün Oğlu'ndan beri Reyna'yı çok seviyordum fakat bu kitap onun geçmişine inmemizi, onu çok daha iyi tanımamızı sağladı. Reyna artık favori karakterlerimden birisi oldu, gerçekten. Sana tapıyorum Reyna Avila Ramirez-Arellano! Özellikle Athena Parthenos tarafından kutsandığın sahneye ve savaşmana hayranım!

Peki ya Nico DiAngelo?! Sen ne kadar harika bir insansın Hayalet Kral?! Tüm kitap boyunca Reyna'ya yaptığın arkadaşlık, onun yanında olman ve tüm tehlikelere karşı onu savunman... Gerçekten içindeki karanlık seni daha güçlü yapıyor. 14 yaşındaki herhangi bir çocuğun zombi bir şoförü olamaz, değil mi? Ama Hades'in oğlu iseniz ve Hades size gerçekten babalık yapmaya çalışıyorsa 1870'de yaşayan bir zombi şoförünüz olabilir. Tıpkı Nico'nun Jules Albert'ı gibi!

Tüm bunları bir kenara bırakırsak -ki gerçekten kitapta en çok beğendiğim iki şey buydu: Reyna ve Nico- çeşitli mitolojik efsanelere yer verilmesi çok hoşuma gitti. Şu an gökyüzünde bir takımyıldızı olan Orion'u görebileceğimizi aklımın ucundan bile geçirmezdim. Asla yorulmayan avcının esrarengiz ve hüzünlü hayatı beni derinden etkiledi.

Kitaptaki önemli olaylardan bir diğerine gelirsek... Percy ve Annabeth'in kanı dökülen iki melez olmasıydı. "Yaşayan en güçlü iki melezin kanı dökülmeli." sözü ancak bu ikiliye uyabilirdi zaten. Sanırım Rick bize burada "Her şey Percy ve Annabeth ile başladı ve onlar ile bitecek." demek istemiş fakat pek de başarılı olamamış...

Leo Valdez'e ise kitabın sonuna gelene dek sinirlendiğimi belirtmem gerek. Sanırım bu Percy Jackson'a olan sevgimden kaynaklanıyor. Leo'nun Percy hakkındaki düşünceleri beni fazlasıyla delirtti! 

Tabii bir de ölecek olan melez var... Zaten ölecek olan melez, kitap boyunca bize bağırıyor. "Hey, bakın! Ben kendimi feda edeceğim!" diyerek. Rick'in bizi beklemediğimiz bir yerden vurmasını istemiştim. 

Gigantlar ile melezlerin savaşları kesinlikle kitap boyunca anlatımı en iyi olan bölümdü! Her melezin ebeveynini savaşırken görmek... Kesinlikle harikaydı! Bir yanda güller ve güvercinlerini silah olarak kullanan Afrodit, diğer yanda ölüleri yutan Hades. Fırtına yaratan Zeus ve deniz suyunu kullanan Poseidon. Asla sönmeyen alevi ile Hekate, güçlü ordularıyla Ares... HARİKAYDI!

Ayrıca eski karakterleri ve asıl evimizi yeniden görmek çok güzeldi. Clarisse, Kheiron, Tyson, Rachel ve daha onlarcası!

Tüm bunlar dışında; 

Nico'nun artık aşk acısı çekmeyecek olması beni mutlu ediyor. Sen hep en iyisisin Hayalet Kral. 

Reyna kalbini emanet etmek istediği birisini arıyor fakat bunun bir melez olmadığı kesin. Ne de olsa yüce aşk tanrıçası Afrodit bunu söyledi. "Hiçbir melez kalbindeki boşluğu kapatamayacak." 

Percy ve Annabeth'in kitap sonunda aldıkları karar, Melez Kampı'na tapan bir insan olarak beni rahatsız etse de onların artık mutlu olacaklarını biliyorum.

Frank Zhang artık resmi bir preator ve sevgilisi Hazel Levesque ile mutluluklarına mutluluk katacaklar, eminim.

Jason ise iki kamp arasında mekik dokuyacak ve şüphesiz ki Piper onun en büyük destekçisi.

Leo ise artık gün ışığına kavuşmuş durumda. Ne de olsa birilerine büyük söz verdi!

Ah, az kalsın unutuyordum. Kitapta bendeniz Apollon ve ikiz kız kardeşim Artemis'i görmeniz mümkün!

Rick Amca'nın fantastik anlatımına bir kez daha hayran kaldım. Olayları işleyişi, okurların beklemediği şeyler yapması ve daha bir sürü şey... Kesinlikle örnek alınacak bir yazarsın Rick Riordan. Yine de koskoca seri boyunca Frank Zhang'in odun parçası ile kafamızı ütüledikten sonra onu kitapta hiç kullanmaman çok gıcık bir durumdu.

Son olarak... Rick Riordan'ın açıklamasına göre 2015'te İskandinav Mitolojisi bizi bekliyor ve kahramanımız Magnus Chase isminde. Chase soyadı size bir yerden tanıdık gelebilir: Annabeth Chase. Zaten Rick Riordan da açıklamasında Annabeth ile Magnus arasında bir bağ olduğunu söylemişti. Tabii ki Apollon'un bu konuda bir teorisi var! 

Kitapta Annabeth, hiç görmediği bir amcası ve kuzeni olduğundan bahsetmişti. Fakat üzerinde fazla durmamıştı. Öyle sanıyorum ki Rick bize bu detayı boş yere vermedi. MAGNUS CHASE, ANNABETH'İN KUZENİ! Eh, Kehanet Tanrısı Apollon yanılmıyordur fakat ufak bir hata payı da bırakalım şimdi!

Kitabı genel hatları ile beğensem de bence beş puanı hak etmiyor. O yüzden 4 veriyorum.


En yakın zamanda yeniden görüşmek üzere! Apollon güneşinin sıcaklığı ile kalın!

1 Kasım 2014 Cumartesi

Olimpos Günceleri ile Blog Turları #1: Kayıp Ruh Yitik Beden - Ayla Koca | Yazar/Kitap Tanıtımı ve Çekiliş (1. Gün)



Yazar-Kitap Tanıtımı

Herkese merhaba! Ah… Apollon adına! Olimpos Günceleri olarak ilk kez blog tur yapıyoruz ve bunun için ne kadar heyecanlı olduğumuzu tahmin edemezsiniz! Üstelik blog turumuzun ilk gününün Apollon ile başlaması beni öylesine heyecanlandırıyor ki karnıma giren krampları tarif etmem mümkün değil… Her neyse, konuyu dağıtmadan hemen başlıyorum.
İlk blog turumuzu yaptığımız kitap Elf Yayınları’nın ilk yerli yazarı olan Ayla Koca’nın Kayıp Ruh Yitik Beden isimli romanı. İsterseniz öncelikle yazarımızı tanıyalım, ardından kitabımıza doğru bir giriş yapalım.

Ayla Koca, 7 Temmuz 1977’de Malatya’da dünyaya gelmiştir. Hayatı boyunca daima yazılarla iç içe olan sevgili yazarımız ilk deneyimlerini lisede çıkarılan okul gazetesiyle yaşamış. Edebiyata olan ilgisi sadece yazılarla sınırlı kalmamış ve şiire de yönelmek istemiş. Yazarımız, kafiye bulmakta sıkıntı çektiğini ve bu yüzden şiiri bıraktığını da eklemeden geçmedi. Ortaokuldan beri kitap okumayı çok seven Ayla Koca kitap bağımlılığını şu sözlerle vurguluyor: “Bazen günde bir kitap bile bitirdiğim oluyor. Her tür kitabı okumaya özen gösteriyorum.” 
Sizin de anlayacağınız üzere yazar küçüklüğünden beri kitaplarla iç içe yaşamış. Son zamanlarda otobiyografi ve kişisel gelişim romanları okumayı bırakmış olsa da kitap okumaktan asla vazgeçmiyor. Fantastik tarzdaki kitapları da pek sevemediğini ekliyor kendisi. 
Ayla Koca, son iki senedir altı adet kitap testi hazırlamış kendisine fakat 3 Kasım’da raflarda göreceğimiz Kayıp Ruh Yitik Beden isimli romanının çıkış hikâyesi çok garip. “Bir gece rüyamda kitapçıya giriyordum,” diye başlıyor yazarımız anlatmaya. Ardından da devam ediyor. “Raflara göz atarken bir kitabın ismi dikkatimi çekiyordu. Elime alınca kendi adımı görüyordum kitabın üstünde. Ertesi gün ise oturup yazmaya başladım. Siz ister ilham deyin isterseniz de başka bir şey fakat ilk gün otuz sayfadan fazlasını yazmıştım.”
Sevgili yazarımız Ayla Koca, yirmi yıldır hemşirelik yapıyor. Birisi kız birisi erkek olmak üzere iki çocuğa sahip. Eşi ve çocuklarıyla birlikte Yalova’da yaşıyor ve hayatından memnun olduğunu da söylüyor. Eşini ne kadar sevdiğini ise şu sözleriyle anlayabiliyoruz: “Eşim her kahrımı çekti ve daima benimle övünüyor. Bu şey benim için çok onur verici.” Ayrıca Ayla Koca da her anne gibi çocuklarına fazlasıyla değer veriyor, bunun en büyük kanıtlarından biri ise çıkacak olan kitabının başrolündeki isimler çocuklarının isimleri!

Yazarımız hakkında yaptığımız bilgilendirmeden sonra artık kitap hakkında birkaç şey söylemenin zamanı geldi sanırım…

Kayıp Ruh Yitik Beden, 3 Kasım’da raflarda boy gösterecek. İsterseniz bu yepyeni romanın arka kapağındaki yazıya bir göz atalım.

“Alara özel olduğunu biliyordu. Bu aynı zamanda onun lanetiydi. 
İnsanları mutlu ederken kendini mutsuzluğa ve yalnızlığa mahkûm eden… Yeteneğini zaman zaman sorgularken, karşısına hiç beklemediği bir anda çıkan ve ilk görüşte aşık olduğu Hasan’ın varlığıyla yol ayrımına girer. 
Tam seçim yapacağı sırada verilen görevle beraber kendini geçmiş ve geleceği arasında kapana kısılı bulur. Alara şimdi aşk, ailesi ve de görevi arasında seçim yapmak zorundadır. Peşinde mafya, katiller ve geçmişi vardır. 
Mutluluğu nasıl yakalayacağını okurken kendinizi bambaşka bir âlemde heyecanlı bir macera avına tanık olarak bulacaksınız. Roman boyunca av mı, avcı mı olduğunuzu sorgulayacaksınız.”
Kitabımızın konusu ise başroldeki Alara’nın başından geçen olaylardır. Alara, gece insanların rüyalarına girip hayatlarındaki sorunları çözmelerine yardımcı olan bir kızdır. En büyük yardımcısı olan babaannesi ölünce Alara yepyeni bir yol ayrımına girer ve yeni bir hayatın kapılarını açar. Yepyeni bir şehirde yalnız bir yabancıyken ilk aşk kapısını çalıyor ve Alara’ya verilen görev işleri daha da zora sokuyor.
Romanı okurken hem aşkı hissedeceksiniz, hem Alara’nın maceralarına tanık olacaksınız hem de fantastik bir dünyanın kapılarını aralayacaksınız!

Hepinize şimdiden iyi okumalar sevgili okurlar. Çekilişimize katılmayı unutmayın!

a Rafflecopter giveaway

15 Ekim 2014 Çarşamba

Kitap Yorumu #3 : Kürk Mantolu Madonna


Kürk Mantolu Madonna...

Sabahattin Ali'nin muhteşem üslubu ve insanların unutulmaya yüz tutmuş yönlerini ele alan bu harika kitap. Rahatlıkla içine girebileceğiniz, kimi zamanlar gözyaşlarınıza hakim olamayacağınız Kürk Mantolu Madonna.

İsterseniz sizlere öncelikle arka kapağını yazayım, sonra da benim kitap hakkındaki görüşlerime gelelim...

"Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor, rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum "Kürk Mantolu Madonna"yı seyre dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum."

Kimi tutkular rehberimiz olur yaşam boyunca. Kollarıyla bizi sarar. Sorgulamadan peşlerinden gideriz ve hiç pişman olmayacağımızı biliriz. Yapıtlarında insanların görünmeyen yüzlerini ortaya çıkaran Sabahattin Ali, bu kitabında güçlü bir tutkunun resmini çiziyor. Düzenin sildiği kişiliklere, yaşamın uçuculuğuna ve aşkın olanaksızlığına (?) dair, yanıtlanması zor sorular soruyor.

Kürk Mantolu Madonna'yı uzun zamandır okumak istesem de bir türlü alıp başlayamıyordum. En sonunda Tilbe isimli arkadaşımda gördüm kitabı ve o bitirir bitirmez bana verdi. Normalde başkalarının kitaplarını okumayı sevmem. Okuyacaksam kendi kitabım olmalı o kitap. Üstelik başkasının kitabı, ya zarar gelirse?! Yine de dayanamadım, aldım Kürk Mantolu Madonna'yı.

Okumak istediğim için büyük bir hevesle başladım aldığımın ertesi günü. Yine de, kitabın ilk sayfaları beni yordu. Bilmediğim kelimeler olsun, diyalog azlığı olsun. İlk 45 sayfa böyle ilerledi. Gözlerimi yordu kitap, okumak istemedim. 45 sayfayı okuyana kadar iki saat geçirdim, canım sıkıldı.

45. sayfada öyle bir şey oldu ki, beynimden vuruldum! Asıl olayların başlangıç yeriydi 45. sayfa. Raif Efendi'nin iç dünyasına girdiğimiz ve geçmişini öğrendiğimiz şey oradaydı: siyah kaplı defter! 20 Haziran 1933 diye bir tarih atılmıştı deftere. Raif Efendi, kendi geçmişini anlatmaya başlamıştı orada!

Raif Efendi, ailesi tarafından dışlanan, babasının pek sevmediği, içine kapanık bir insanmış her zaman. Sanırım bu kadar kişilik özelliği yeterli, asıl olayları anlatmak istiyorum çünkü sizlere. Fakat Raif Efendi'nin kendisini tarif ettiği en iyi satırlar şunlardı sanırım: "Kendimi bildim bileli bütün günlerimi, haberim olmadan ve nefsime itiraf etmeden, bir insanı aramakla geçirmiş ve bu yüzden bütün diğer insanlardan kaçmıştım."

Raif Efendi, babasının zoruyla, eli ekmek tutsun düşüncesiyle Almanya'ya gider. Orada bir sabun fabrikasında çalışmaya başlasa da işe gitmekten vazgeçer. Ayrıca, Raif Efendi'nin sanata da merakı vardır. Birkaç çizim yapar ara sıra... bir de sergilere gitmeye bayılır! Yine Almanya'dayken bir gün gazetede resim sergisinin açıldığını görür. Üzerini giyinir ve soğuk Almanya sokaklarından geçerek resim sergisine varır.

Resim sergisinde dolaşırken gözleri bir tabloya takılır. O an, Raif Efendi neye uğradığını bilemez. Hayallerinde yaşattığı kadının resmedilmiş halidir bu adeta. Şaşkınlıkla tablonun önünde durur, durur ve ona bakar. Öylece tabloyu izler. Raif Efendi bu hayranlığını siyah defterine şu kelimelerle dökmüştür: "Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor, rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum "Kürk Mantolu Madonna"yı seyre dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum."

En büyük arzusu Kürk Mantolu Madonna'sı ile tanışmak olmuştur artık Raif Efendi'nin. Kürk Mantolu Madonna'ya sarılmak, onu gözyaşları içinde öpmek, içinden geçenleri anlatmak istemektedir. Bir gece, karanlık sokaklardan birinde bir kadın görür. Kürk Mantolu Madonna'sına kavuştuğunu hisseder Raif Efendi. Peşinden koşar karanlıkta fakat kadın çoktan kaybolmuştur. Herhalde hayal gördüm, diye düşünür fakat ertesi gün yine o sokağa gelir. Aynı saatlerde bir kadın geçer sokaktan. Bu sefer suratını görmese de peşinden gider, ondan saklanarak. Atlantik isimli bir bara girdiğini görür kadının ve içeri girer. Masalardan birine oturur... vaktin geçmesini bekler ve sonunda Kürk Mantolu Madonna'sına kavuşur!

Maria Puder'dir o harika kadının ismi. Raif Efendi ve Maria Puder arkadaş olurlar artık. Her gün buluşurlar, vakit geçirirler. İnanın ki onlarla beraber olduğunuzu hissedeceksiniz bu kitabı okurken. Sanki birkaç adım ötenizde Raif Efendi ve Maria Puder, kol kola geziyorlar ve siz onların birbirlerine duydukları aşkı izliyorsunuz.

Maria Puder, beni bile kendisine aşık eden gizemli bir kadın. Kesin ve kat'i kuralları var ve önceden çok yara almış, belli. Erkeklere olan güvenini kaybetmiş, belki de sonsuza kadar. Fakat Raif Efendi ile öylesine harika şeyler yaşadılar ki...

Maria Puder'in beni en çok etkileyen söz şüphesiz ki şuydu: "Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir.” Bu satırları okurken durdum ve gözlerimden bir damla yaşın akmasına izin verdim. Sahiden de öyle değil miydi? Aşk asla paylaştıkça azalmazdı. Aksine sizi içine çeker ve zaman geçtikçe büyürdü.

(Spoiler görebilirsiniz, kitabı okumadıysanız dikkatli olun.)

Kitabın sonlarına geldiğimdeyse bitmemesi için yalvaracaktım adeta. Raif Efendi beni üzmüştü, şaşırtmıştı. Ona küfürler etmiştim, evet, bunu yapmıştım. Tren istasyonunda gördüğü o kızın peşinden koşmalı ve adını öğrenmeliydi. Kürk Mantolu Madonna'sından geriye kalan tek şeye sığınmalıydı, himayesi altına almalıydı. Maria Puder'in öldüğünü bilmeden onu suçlamamalıydı.Saf bir aşktı Raif Efendi ile Maria Puder arasındaki aşk. Herkesin hayran olabileceği türdendi. Herkesin isteyeceği fakat artık ona ulaşmanın mümkün olmadığı bir aşk hikayesi...

Bu kitabı kesinlikle öneriyorum! Ve kitap yorumuma Maria Puder'in Raif Efendi'ye söylediği harika bir sözle son vermek istiyorum.

" Seni seviyorum. Deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum."


12 Ekim 2014 Pazar

Apollon Yine Mimlendi! | Mimlendim #2


Bu sefer Apollon'u kendi silahıyla vurdular: MÜZİK!

Çoğunuzun bildiği üzere Apollon'un etki alanı mitolojide çok fazladır. Hekimlerin Tanrısı'dır. İkiz kız kardeşi Artemis ile Güneş'i ve Ay'ı bölüşmüşlerdir. Artemis, Ay Tanrıçası olmuştur ve Gümüş'ü simgeler. Apollon ise Güneş Tanrısı olup Altın'ı simgeler. Ayrıca Apollon, kehanetlerin Tanrısı'dır. Tüm bunlara ek olarak Şiir ve Şairlerin Atasıdır. Bilinen tüm şairlerin Apollon melezi olduğunu söylerler. Apollon'un simgelediği son şey ise... müzik! Yanından asla ayırmadığı liriyle gezer Apollon. Şimdi de Apollon'u kendi silahından biriyle vurdular!

Beni mimleyen tüm Olimpos Günceleri blog arkadaşlarıma sonsuz teşekkürler!

1) Müzik denildiğinde aklınıza gelen ilk kelime: 

Huzur. Ben kendimi müzik dinlerken çok huzurlu hissediyorum. Sanki tüm hücrelerim açılıyor ve rahatlıyor. Ruhuma dinginlik geliyor. Kulaklarımın pası siliniyor ve insanların yarattığı o kirli dünyadan uzaklaşıyorum. Bu yüzden müziğin bende uyandırdığı ilk kelime; huzur.  

2) Hiç müzikten bıktığınız oldu mu? Veya dinlemeye ara verdiğiniz?

Tabii ki de oldu. Her ne kadar müzikte huzur bulsam da bazı anlar geliyor ve dinlemekten sıkılıyorum. Müzik çalarımda bir parçaya denk geliyorum, yine mi bu parça, diyerek kapatıyorum. Fakat dinlemeyi bıraktığım uzun bir zaman dilimi olmadı.

3) Hayatınız boyunca hayranı olduğunuz bir ses sanatçısı oldu mu? Posterlerini odanıza astığınız fan dediğimiz türden yani?

Tabii ki evet! Ben Katy Perry'yi çok severim mesela. Canlı performanslarını çoğu insan beğenmese de o kadında beni mutlu eden bir şeyler var. Tarifi imkansız bir şekilde onu seviyorum ve büyük bir hayranıyım.

4) Kitap okurken müzik dinler misiniz?

Genelde evet. Bazen kafam çok dolu oluyor ve her şeyin birbirine karıştığını hissediyorum. Öyle zamanlarda müzik dinlemiyor, kendimi yalnızca kitaba odaklıyorum fakat genel olarak ele alırsak büyük bir çoğunlukla, evet.

5) Çok klasik ama sormak istiyorum, sizin türünüz hangisi?

Pop. Ya da Pop Rock. Muhtemelen böyle, evet.

6) Asla dinlemem dediğiniz bir tarz var mı?

Arabesk rap ve Türkçe Rap sanırım.

7) Size bir şarkıcı olsanız kim olurdunuz desem?

Justin Timberlake, şüphesiz. O adamı fena seviyorum.

8) İmkanınız olsa ülkemizde müzikle ilgili neyi veya neleri değiştirmek istersiniz?

Daha nitelikli sanatçılar çıkmasını istiyorum ülkemizde. Eskiler ne kadar mükemmeller farkında mısınız?

9) "Bu şarkı benim!" dediğiniz bir şarkı var mı?

Bu durum kesinlikle ruh halime göre değişiyor. Mutluyken başka, hüzünlüyken başka...

10) TV'lerde bol bol yayınlanan Talk Show programları hakkında ne düşünüyorsunuz? Özellikle sunucusunun ses sanatçısı olduğu programlardan bahsediyorum.

Hiç sevmem, izlemem de.

11) Kim şarkı söylemesin sorusuna vereceğiniz ilk yanıt kim olur?

Ajdar?!

Eveeet, ikinci bir mim yazım da bitti. Benim etiketleyeceğim insanların sanırım hepsi yaptı. Ben o yüzden Olimpos Günceleri arkadaşlarımı etiketlemek istiyorum. Bir de, İki Kapak Arası. Hepinize mutlu günler Apollon İnsanları! ^^

Apollon Alışverişte! | Kitap Alışverişi #1

Mutlu bir pazar gününden herkese merhaba!

Alaska'nın Peşinde yorumumdan beri sizlerle birlikte olamıyorduk sanırım fakat artık... yeniden bir yazı paylaşmaya karar verdim! Bu arada neden son zamanlarda yazı paylaşamadığımı da açıklayayım. Apollon bir kitap alışverişi yaptı!

Evet, doğru okudunuz. Uzun zamandır beklediğim kitapları sonunda elimde tutabildim. Alaska'nın Peşinde yorumumu yazdıktan sonra, Kürk Mantolu Madonna'yı bitirdim ve siparişlerim geldiği gün Olimpos'un Kanı'nı okumaya başladım! Olimpos'un Kanı'nı da dün bitirdim ve haliyle ancak bugün vaktim olabildi.

Bir sonraki kitap yorumlarım Kürk Mantolu Madonna ve Olimpos'un Kanı olacak fakat bugün değil. Bugün sizlerle almış olduğum o dört harikulade kitabı inceleyeceğiz!


İşte... ilki! Şimşek Hırsızı'nı altıncı sınıfa giderken -yani bundan beş sene önce- okumuştum ve maalesef ki kendi kitaplığıma ekleme fırsatı bulamamıştım. Olimpos'un Kanı da çıkmışken, tüm seriyi tamamlayayım düşüncesiyle hiçbir zaman kendi kitaplığımda bulunamayan Şimşek Hırsızı'nı sipariş ettim. İster inanın, ister inanmayın Percy Jackson serileri benim hayatımın büyük bir kısmını oluşturuyor. Her şeyiyle mükemmel olan Percy Jackson ve Olimposlular serisinin başlangıç kitabı olan -ve aynı zamanda ikinci seri olan Olimpos Kahramanları serisinin- bu muhteşem kitap eğer kitaplığımda bulunmasaydı içimde tarifi imkansız bir hüzün yer alacaktı, eminim. Eğer okumadıysanız, mutlaka okumanızı öneriyorum!


Canavarlar Denizi... Şimşek Hırsızı'nın devam kitabı olan bu kitap, Percy Jackson ve Olimposlular serisinden kitaplığıma giren ilk kitaptı. Fakat şans benim yüzüme gülmedi ve maalesef geçtiğimiz sene kitabımı kaybettim. Canavarlar Denizi benim için çok özel bir kitaptı ilk seri için. Kaybedince çok üzülmüştüm. Sonunda kitaplığıma "yeniden" ekleyebildiğim için çok mutluyum!


Ah.. Olimpos'un Kanı. 10 senelik bir efsanenin bittiği final kitabı. Türkiye'de 9 Ekim günü satışa sunulan bu kitap 10 Ekim'de elime ulaştı ve 11 Ekim'de bitti. Benim ergenliğimi geçirdiğim muhteşem serinin tamamıyla bittiğini hissettiren bir kitap bu. Hem Percy Jackson ve Olimposlular hem de Olimpos Kahramanları serisinin ortak sonu. Öyle büyük bir istekle yanıp tutuşuyordum ki okumak için. Elime aldığım ilk san nasıl hissettim tarif edemem. Büyük bir iştahla okumaya başladım çünkü karakterleri çok özlemiştim. Ve iki ayrı günde toplam beş-beş buçuk saatte kitabı bitirdim. Gözlerimde birer parça yaş bıraktı Olimpos'un Kanı ve bitti. Sonsuza kadar, Percy Jackson ve daha onlarca kahramanı kalbime gömdüm. 

!! İlerleyen günlerde Olimpos'un Kanı yorumumu sizlerle paylaşacağım. !!


 İşte şu an okumakta olduğum ve uzun zamandır okumak istediğim o güzel kitap! Postacı Kapıyı Çalmayacak. Orijinal adı Love Letters to the Dead olan bu kitabı nasıl böyle bir çeviriyle karşımıza getirdiler bir fikrim yok fakat çeviri benim bu kitabı merak etmeme engel değil! Postacı Kapıyı Çalmayacak isimli kitabı çıktığı ilk günden beri okumak istiyordum fakat bir türlü sıra ona gelmiyordu. Sonunda almaya karar verdim ve D&R'ın sitesinde gezinirken sepetime ekleyip sipariş ettim! Henüz okumaya başlamadım ama bu gece okumaya başlıyorum. Gelecek günlerde sizlerle Postacı Kapıyı Çalmayacak yorumumu da paylaşacağım! Takipte kalın!

Hepinize mutlu günler Apollon insanları! Güneş daima sizden yana olsun!

9 Ekim 2014 Perşembe

Kitap Yorumu #2 : Alaska'nın Peşinde



Ve Apollon yepyeni bir kitap yorumuyla karşınızda! Alaska'nın Peşinde geçtiğimiz hafta bitirdiğim fakat yorumunu yazmaya yenice fırsat bulduğum bir kitaptı. John Green'in üslubunu aman aman seven bir insan değilimdir. Ondan çok daha başarılı olan yazarlar görebiliyorum bu piyasada. Ha, diyeceksiniz ki erkek yazar o, fakat bu bir bahane değil. John Green'den daha güzel bir üsluba sahip birçok erkek yazar var.

Ah, Alaska'nın Peşinde'den bahsedecektim konuyu nereye getirdim. Alaska'nın Peşinde, bence, John Green'in en farklı romanı. John Green'in okumadığım tek romanı İlk Aşk kaldı sanırım, onu da ilerleyen günlerde okuyup sizlerle paylaşacağım.

İşte Alaska'nın Peşinde'nin arka kapağı...

İlk içki, 
İlk şaka, 
İlk dost, 
İlk aşk, 
Son sözler...

Miles Halter, ünlülerin son sözlerine bayılan, sıradan bir gençtir. Evindeki güvenli hayata katlanamadığından François Rabelais'nin ölmeden hemen önce "Büyük Belki" olarak betimlediği bilinmezin ne olduğunu bulabilmek için yatılı okula yazılır. Onu Culver Creek Lisesi'nde, aralarında Alaska Young da olmak üzere pek çok şey beklemektedir. Zeki, komik, son derece seksi ama bir o kadar perişan halde olan Alaska, Miles'ı kendi labirentine sürükleyecek ve "Büyük Belki" arayışında ona yol gösterecektir.

Arka kapaktan da anlayabileceğimiz üzere kitabın baş karakteri Miles Halter. Kitap, Miles Halter'ın okuduğu okuldan ayrılması üzerine verdiği partiyle başlar ve gelin görün ki hiç arkadaşı olmayan Miles Halter'ın partisine yalnızca iki öğrenci gelir. Onlar da uzun süre kalmadan ayrılırlar. Miles Halter, okuduğu okulda yalnız ve dışlanmış bir çocuktur. François Rabelais'in Büyük Belki'sini bulabilmek için Culver Creek Lisesi'ne yazılır ve burada yatılı bir öğrenci hayatı sürer.

Oda arkadaşı Chip Martin ile birlikte 43 numaralı odada kalan Miles Halter'ın, Chip ile tanışana kadar hiç arkadaşı olmamıştır. Chip Martin, bir buçuk metre gibi kısa bir boya sahip, iri kaslı ve Alaska'nın en yakın arkadaşıdır. Takma adı Albay olan Chip Martin'in yoksul bir hayatı vardır ve bu okulda okumaya mecburdur.

Alaska Young ise, Miles Halter'ın gördüğü ilk an etkilendiği kızdır. Uzun boylu, kahverengi saçlı ve yeşil gözlü Alaska dengesiz ve umursamaz tavırlarıyla dikkat çeker. Fakat en önemli özelliği kitaplara olan bağımlılığıdır. Eski oda arkadaşı okuldan atılmıştır ve odasında tek başına kalmaktadır. Alaska, Miles'ın hiç alışık olmadığı şeyler yapmaktadır. Sigara içer, alkol alır ve disiplin suçları işler. En önemlisi ise büyük şakaları sever.


Asıl olaylar Miles, Chip ve Alaska arasında geçer. Bir gün Alaska, Miles, Chip ve arkadaşları Lara ile Takumi hayatlarının en güzel anı ve en kötü anı oyununu oynarlar. Kazanan içmeyecek fakat diğerleri içmek zorunda kalacaktır. Alaska'nın en güzel günü annesi ile birlikte hayvanat bahçesine gittikleri gündür. Bunun neden hayatının en güzel anı olduğunu ise kimse anlayamaz. En kötü anısı geldiğinde ise herkes sessizliğe bürünür. Alaska’nın hayatının en kötü anı hayvanat bahçesinin ardından annesinin gözü önünde ölmesidir. Alaska daha çocuk olduğu için o anda ne yapacağını bilmeden dona kalmış ve acil servisi aramamıştır. Arasa belki annesi kurtulabilecektir ve bu yüzden Alaska derin bir suçluluk durmaktadır. İçinde bulunduğu bu ızdırap ve pişmanlık labirentinden kurtulmanın yolunu o yüzden aramaktadır.

Bu kitapta beni en çok içine çeken şey Alaska'nın sözleriydi sanırım.

"Bu acı labirentinden nasıl çıkabiliriz?"

"Sizler zevk aldığınız için sigara içiyorsunuz, bense ölmek için."

(Bu kısımdan sonra büyük bir spoiler görebilirsiniz.)

Alaska'nın Peşinde isimli roman, iki bölümden oluşuyor. İlk bölüm Miles'ın Culver Creek'e geldiği günden Alaska'nın ölümüne kadar olan bölüm. İkinci bölüm ise Alaska'nın ölümünden öğrenim yılının sonuna kadar olan zaman dilimi.

İlk bölümde vurgulanmak istenen asıl şey, bana göre, Alaska ve Chip'in Miles'a birçok ilki yaşatmaya çalışmasıydı. Tıpkı arka kapakta yazdığı gibi: İlk içki, İlk şaka, İlk dost, İlk aşk, Son sözler... Fakat Alaska Young'ın ölümüyle Miles ve Chip büyük bir hüsrana uğrarlar. Alaska'nın ölümünün ardındaki sırrı aramakla geçirirler tüm zamanlarını.

Sonunda büyük sorunun cevabını bulurlar.

"Bu acı labirentinden nasıl çıkabiliriz?"

"Doğrudan ve hızlı!"

Artık labirentten nasıl çıkacağınızı da biliyorsunuz Apollon Güneşi'nde yaşayan insanlar! Alaska Young, beni derinden etkileyen bir karakterdi, bunun Book Challenge Tag isimli yazımda da söylemiştim. İleride kızımın adını Alaska koymayı düşünüyorum çünkü bu karakter beni kendisine aşık etti. Gizemli ve büyüleyici bir insandı. Umarım hayatınızda daima Alaska gibi insanlarla karşılaşırsınız.

Bu kitabı kesinlikle öneriyorum! Fakat tekrar söylemek istiyorum, John Green'in üslubuna aşık olan ve onun yazım tarzını örnek alan birisi değilim. İşlediği konuları güzel buluyorum ama bu şu an dünyanın en çok satan yazarlardan bir tanesi olduğu gerçeğini değiştirmez.

Hayat denilen acı labirentinde başarılar!


8 Ekim 2014 Çarşamba

Apollon "MİM"lendi! | #BookChallengeTag


Blogumu henüz yazmaya başlamadığım bir zaman fark ettim ki MİMLENMİŞİM! Tanrıların en yakışıklısı olan Apollon'u kim mimleyebilirdi ki?! Yazıya tıklamamla yüce Athena'nın Güncesi'nde kendimi buldum. Kendisiyle mitoloji efsanelerinde pek iyi anlaşamasak da eminim ki gerçek hayatta Bilgi, Savaş ve Strateji Tanrıçası olan Athena ile çok iyi bir dostluğumuz var. (Sence de öyle değil mi dostum?)

Eh, haydi gelin ve benim Book Challenge Tag listeme bir bakalım!

1) İlk Hayranlığım: Twilight Saga 

Evet, kesinlikle yanlış okumuyorsunuz. Alacakaranlık Serisi benim hayran olduğum ilk kitaplardı. İlk kitabını annemin elinde görür görmez okumak istemiştim. annem de sağolsun beni kırmayıp karne hediyesi olarak bana bu seriyi almıştı. Hoş, şimdi dönüp bakınca neden hayran olmuşum ki, demek geliyor içimden. Fakat o zamanlar küçüktüm ve böyle fantastik şeylere ilgim vardı. Hadi ama! Hanginiz okumadınız ki?!

2) Favori Serim: Harry Potter

Harry... Potter! Benim defalarca okumaktan vazgeçmeyeceğim tek seri olmalı! J.K. Rowling'in muhteşem dehası ve kalemiyle tanıştım küçük yaşlarımda. Ailem ne kadar onaylamasa da bir Harry Potter delisi oldum çıktım. Hermione'nin zekasına hayran kaldım. Ron'un şaklabanlıklarına. Harry'nin cesaretine. Draco'nun yanlış kararlarına. Neville'in arkadaş sevgisine. Luna'nın farklılığına... Elimdeki küçük sopayla "Expelliarmus!" diyerek bağırdım çoğu zaman. 16 yaşımı bitirdim fakat bir türlü Hogwarts mektubum elime ulaşmadı. Ah, muhtemelen Baykuşlarım gecikmiştir, sizce de öyledir, değil mi?

3) Favori Kitabım: Bir Gün

Çapkınlıkla meşhur Apollon'un favori kitabının bir aşk romanı olması ne kadar ironik değil mi? Fakat maalesef ki Apollon, Bir Gün'ü okurken gözyaşlarına hakim olamadı. Emma ve Dexter'ın kusursuz aşkına aşık oldu. Okuduğum ilk andan beri ne zaman bu kitabı elime alsam Güneş doğmuyor gökyüzünde. Apollon, Güneşi'ni insanlara sunamıyor. Şairler şiir yazamıyor çünkü Apollon kendisini ilham verecek kadar iyi hissetmiyor. O yüzden, ne zaman bulunduğunuz yerde yağmur yağıp güneş açmıyorsa bilin ki Apollon eline bu kitabı almış ve okumak için sizin bulunduğunuz yere gelmiş.

4) Favori Erkek Karakterim: Percy Jackson
Modern dünyanın Herkül'ü olarak adlandırılan bu çocuk da kim böyle?! Ah, favori serim her ne kadar Harry Potter olsa da Percy Jackson'dan asla vazgeçemeyeceğim. Beni Percy Jackson ve Olimposlular Serisi'nin üçüncü kitabı olan Titan'ın Laneti'nde bol bol görebilirsiniz. Tabii ki sevgili kardeşim Artemis'i de. Percy Jackson'dan asla vazgeçemeyeceğim. Bir de sevgili kız arkadaşı Annabeth Chase'den.

5) Favori Kadın Karakterim: Alaska Young

Beni mimleyen sevgili arkadaşım Athena'da olduğu gibi benim favori kadın karakterim de alaska Young. Kendisini tanımlamam öylesine zor ki. Yalnızca beni kendisine aşık etti, söyleyebileceğim tek şey bu. Sevgili Alaska Young, gelecekte kızımın adına senin adını vereceğim.

6) Favori Okuma Saatim: Yok.
Evet, favori okuma saatim diye bir tanım yapamıyorum sizlere. Yalnızca sevdiğim bir zaman var, o da tüm günümü boş boş geçirmektense pencerenin yanındaki yatağıma uzanıp kitabımın satırlarını okumak. Bazen gökyüzüne bakıp hayale dalmak, bazen de satırlarda kaybolmak...

Normalde etkinlik için 20 blog etiketlememiz gerekiyor fakat ben buralarda yeni olduğum içiiin, bu kısmı es geçmek istiyorum. Yepyeni etkinliklerde görüşmek üzere!

7 Ekim 2014 Salı

Kitap Yorumu #1: Gül ve Avcı - Asude

Herkese merhaba!

Blogda yaptığım ilk kitap yorumunun, benim için önemli bir yazara ait olmasını istiyordum ve bu isim için uygun gördüğüm tek insanın Asude olduğuna karar verdim. Asude, ilk hikayelerini Facebook'ta yazmaya başlayan ve kendi emekleriyle bu günlere gelmiş en önemli yazarlardan biri benim gözümde. Basılmış olan ilk kurgusu olan Gül ve Avcı ise beni derinden etkileyen ve bitirdiğimde gözümde mutluluk gözyaşları bırakan güzel bir kitaptı.

Öncelikle uyarmak isterim, yorumum biraz spoiler içeriyor. O yüzden kitabı okumadıysanız dikkatli olmanız gerek. Spoiler seven birisiyseniz okuyabilirsiniz fakat spoiler sevmiyorsanız dikkatli olmanızı öneririm!

İsterseniz Gül ve Avcı'nın tanıtım kısmıyla başlayalım bu güzel yorumumuza. 

Bir başkaldırıdır aşk... Önce isyancısını yıkar!

Bir Erkek...

Varlığı hem tehlikeli ve korkunç, hem de sonsuza değin güçlü ve korunaklı... Onun karşı konulmaz etkisine kapılan bir kadın sıcak bir gülüşüyle ısınabilir, mavi gözleriyle sonsuz bir denize açılabilir, siyah saçlarıyla zifiri bir geceye korkusuzca dalabilirdi. 

Ona yaklaşmak ise ateşe çırılçıplak yürümek demekti.

Bir Kadın...

Hem bir kraliçe kadar sarsılmaz, hem de titremeye hazır bir yaprak gibi ürkek ve utangaç... Bir erkeği masumiyetiyle prangasız tutsak edebilir, incindiğinde ise bütün dünyaya kafa tutabilirdi. Kalbi ve masumiyeti acımasızca ihlal edildiğinde artık onun için ateşe yürümek zamanı gelmişti. 

Kadın ateşten korkmuyordu, çünkü çoktan yanmıştı.

Evelyn Rosa Drummond, en değerli varlığı olan kalbini bu tehlikeli adama sunduğunda onun aşkına erişebileceğine inanmıştı. Oysa tüm varlığını emanet ettiği Harewood Dükü Julian Benedict Wharton tarafından bir fahişe olarak görülmek gibi korkunç bir yanılgının kurbanı olmuştu.

Ve talih, karşısına dayanılmaz bir intikam fırsatı çıkardı. Herkesin çekindiği bu tehditkâr ve gizemli adama yapılan cinayet suçlamasını ispatlayacaktı. Oysa Julian'ın en yakınına kadar sızmayı başardığında, kalbinin müthiş bir sınanmaya tabi tutulacağından habersizdi.

Gönlünü bir kez daha bu cazibeli adama kaptırmayacağına söz vermek ise gölgesine sığındığı bir yalandan öteye gidemeyecekti! 

Bu tanıtımı okuduğum ilk an durdum ve şöyle düşündüm: "Bunu okumalıyım!" Bilgisayarın başına geçtim ve hemen siparişimi verdim. Birkaç gün sonra, kitap elime ulaştığı an ise benden mutlusu yoktu. Durdum ve sayfalarının kokusunu içime çektim.

İlk sayfasında Shakespeare'in en sevdiğim sözü yer alıyordu. "Cehennem boş, çünkü bütün şeytanlar burada."

Büyük merakla okumaya başladığım bu harika kitap, kısa bir sürede beni içine hapsetti. Sıcacık kahvemi aldım elime, odama geçtim. En az Apollon Güneşi kadar sıcak hissettiren kitapta kimi zaman ağladım, kimi zaman güldüm, kimi zaman kendimi kaybettim... Küçük Albert'ın yaptığı yaramazlıklar içinizdeki çocuğun dışarı çıkmak için debelenmesine neden oluyordu.

Evelyn Rosa Drummond... Kitabımızın mükemmel kadını. Aşkı için her şeyi göze almış o cesur kadın. Tanıtımda bahsedildiği gibi, Evelyn Roa Drummond kesinlikle bir Tanrıça kadar güçlü fakat uysal bir kedi yavrusu kadar da savunmasız. Küçük sakarlıkları, korkuları ve tüm bunlara rağmen kendinden emin olmaya çalışan duruşuyla kendisine aşık eden bir kadın.

Julian Wharton ise şüphesiz ki her genç kızın hayalini süsleyen yakışıklı bir Dük. Masmavi gözleri, uzun boyu, geniş omuzları... Hadi ama, kim Julian Wharton'a aşık olmaz ki?! Ayrıca Julian Wharton, edebiyata ve şiire önem veren bir Dük. Haliyle bu özelliği Şiir ve Şairlerin Tanrısı Apollon'u mutlu ediyor.

Ah, az kalsın unutuyordum. Julian Wharton'ın göz kamaştırıcı evinde Albert gibi ufak yaramaz çocuğa bir bakıcı lazım ve Julian Wharton'ın da bakıcılığını yapan Bayan Harris, Albert'ın da bakıcılığını yapıyor. Ayrıca atlamadan geçmek istemem, Bayan Harris benim favori karakterlerimden biri. Yaşlı ve çökmüş olan Bayan Harris, küçük Albert'a bakamayınca Evelyn Rosa Drummond mürebbiye olarak Dük'ün küçük sarayına alındı ve tüm macera böyle başladı. Yani söylemek isterim ki, Bayan Harris olmasaydı Evelyn o eve giremeyecekti. O yüzden, teşekkürler Bayan Harris.

Karakterleri kısaca sizlere aktardıktan sonra olaylara giriş yapabiliriz sanırım...

Gözünü büyük bir intikam hırsı bürüyen Evelyn, Julian'ın aleyhine işler çevirirken bir anda yakışıklı Dük ile utangaç mürebbiye birbirine aşık olur. Evelyn'in gözünü bürüyen intikam hırsı yerini yüreğindeki aşka bırakır ve bizim Gül'ümüz, Rosa'mız, kendisini Julian Benedict Wharton'ın karısı olarak bulur.

Julian, Evelyn'in masumluğuna aşık olmuşken, evlendikleri gece karşı karşıya olduğu olayla yıkılır. Evelyn'in intikam sebebi de budur aslında.

Birkaç ay önce soğuk bir gecede, Evelyn'in yaşadığı küçük kasabaya Julian Benedict Wharton isimli bir adam gelmiştir. O soğuk gecede ikisi de birbirlerini görürler ve Evelyn kendisini Julian'a teslim eder. Masumluğunun kirlendiği o gece, Julian sarhoşluğun verdiği etkiyle Evelyn'i asla hatırlamaz. Evelyn ise Julian'dan intikam almaya yemin etmiştir.

 Bu intikam planı ise bir anda gelir ve onu bulur! Evelyn'in birlikte yaşadığı Desmond Amca'ya bir dedektiflik işi gelir. Şüphesiz ki Desmond Amca'nın en büyük yardımcısı Rosa'dır. Dedektiflik görevi ise beni büyük bir şaşkınlığa uğratan bir şeydi.

"Harewood Dükü Julian Benedict Wharton'ın katil olduğu kanıtlanacak."

(Dikkat! Bu bölümden sonrası spoiler içerir!)

Bu satırları okurken beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Başlarda Julian'a büyük bir sevgi beslerken okuduğum satırlarla tüm sevgim yerini nefrete bırakmıştı. Şüphesiz ki bundaki en büyük etken Julian Wharton'ın karısını öldürmekle suçlanmasıydı.

Julian Wharton'a olan öfkem birkaç sayfa devam ettikten sonra Evelyn'in mürebbiye olarak eve alınmasıyla sona erdi. Julian, daima Evelyn'e karşı sert ve güçlü durmaya çalışsa da aşkını daha fazla gizleyemedi ve Evelyn ile evlendi. Aslında bu evlilik Julian'ın annesine yaptığı bir başkaldırı olsa da, içten içe daima Evelyn'i sevdi.

Her aşk gibi Evelyn ve Julian'ın aşkı da kolay olmadı.

Karşılaştıkları en büyük zorluk şüphesiz ki evlendikleri gece oldu. Evelyn'in bakire olmadığını anlayan Julian masumiyetine aşık olduğu karısını yanından ayırır ve onu eski karısının odasına gönderir. Evelyn'in içini kavuran aşkı tüm bunları kaldıramazken Julian'ın hissettiği iki şey vardı: İhanet ve Öfke.

Kimi zaman güldüler, kimi zaman ağladılar, kimi zaman bir kez daha aşık oldular birbirlerine. Julian ve Evelyn, herkesin yaşamak istediği bir aşk yaşadılar belki de. Gürültülü kahkahaları evin her köşesine yayılırken, Julian'ın oğlu Albert çoktan Evelyn'i annesi olarak benimsemişti bile.

Fakat her aşkın inişli çıkışlı anları vardı.

Tüm mutlulukları, Julian'ın polisler tarafından götürüldüğü gün sona erdi. Evelyn bulduğu tüm kanıtları Desmond Amca'sına yazdığı mektupta anlatmıştı.

Julian mahkemeye çıkartıldığında ise uzun zamandır böyle heyecanlı satırlar okumadığım için fazlasıyla sabırsızdım. Mahkeme sahnesini kaç kez baştan okudum hatırlamıyorum bile! Hatırladığım tek şey, ağzımın koskocaman açık olduğuydu. Asude, okurlarını beyninden vurulmuşa çevirmişti.

Mahkemede her şey yerli yerine oturdu ve ben dahil tüm okurların kafasındaki soru işaretli çözümlendi. Yazarımız o kadar harika anlatmıştı ki tüm olayları bana söyleyecek pek söz kalmıyor. Eminim şu an Julian ve Evelyn geçmişte bir yerlerde aşklarını yaşıyorlar ve kendi çocuklarını büyütüyorlar. Kahkahaları tüm evde yankılanıyor, küçük bir çocuk sesi karışıyor o kahkahaların arasına... Albert'ın köpeği koşarken bir vazo kırıyor ve vazonun parçalanışı hiç kimseyi sinirlendirmiyor.

Söyleyeceğim o ki, bu kitabı kesinlikle öneriyorum! Kesinlikle okumanız gereken kitaplarınızın bulunduğu listeye eklemelisiniz. Üstelik bir de Tarihi kurgu seven bir insanız 1835 Londra'sını bu kadar harika şekilde anlatan başka bir roman bulamazsınız.

Hepinize veda ederken gününüzün en az Apollon Güneşi kadar ışıltılı ve sıcak geçmesini umuyorum! Apollon'un Lir'inin melodisi kulaklarınızı kaplasın ve gününüz şiirsiz geçmesin!